31 Mayıs 2011 Salı

Ay sonu gelince;


Ay sonu gelince;


“Nakitler kağıda dönüşür, cüzdanı fişler doldurur.”

Hiç sevmiyorum kağıt yığınlarıyla uğraşmayı ama tembellikten olacak; düzenli temizlik yapamıyorum cüzdanımda, çantamda…

Fişler, kağıtlar falan da o kadar çok ki; sadece cüzdan ve çanta toplamak yetmiyo.. Mesela geçen gün gözlük kutumdan da bir fiş çıktı J

Ay sonu dediğin; cüzdan detoksu yapma zamanı…

Ay sonu dediğin; kuantum yapma zamanı: “Gitsin kağıtlar, gelsin paralar!”

Ay sonu dediğin; tamamen duygusal bakmak da değil tabii :) 
“Gitsin kötü zamanlar, gelsin eğlenceli anlar!”

Ay sonu dediğin -özellikle bu aylar için- “Gitsin gri bulutlar, gelsin güneşli havalar!”

Hepimiz için güzel bir HAZİRAN olsun...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

ben küçükken...

Aylin bana çok eğlenceli bir mim yollamış; 


"Ben küçükken..."


Ben küçükken, annemler bana Barbie bebek evi alsın diye uykumda sayıklama numarası yapardım.

Ben küçükken, çocuklu misafirler geleceği zaman odamın kapısını kilitleyip önünde ağlardım, gelip dağıtacaklar diye...

Ben küçükken, her yere sürüklediğim oyuncak bir köpeğim vardı. Annemler gerçeğini almayınca onu gerçeği yerine koymuştum. Denize, pikniğe, misafirliğe onunla giderdim. Hatta o kadar benimsemiştim ki onu; insanlar gerçek olduğuna inansın diye telefonu açtığımda önce havlar sonra "alo" derdim :)))) Bi gün annem çamaşır suyuyla yıkayınca tüyleri döküldü, benim için öldü. 
Yerine hiçbir şey koyamadım :(

Ben küçükken, bir dönem apartman görevlisi çöpleri toplamaya geldiğine "Onlar bizim çöpümüz, alamazsın!" diyip ağlayacak kadar cimri; bir dönemse her şeyimi başkalarına dağıtıp insanları hayrete düşürecek kadar cömerttim :)

Ben küçükken, yalnız kalıp korktuğumuzda; dua etmeyi biliyor musun dediğimde bilmiyorum diyen arkadaşıma, 
"Ben biliyorum ama o yalnızca beni korur..." diyecek kadar bencildim :)

Ben küçükken, dayıma aşıktım. O yüzden yengemden hiç hoşlanmazdım.

Ben küçükken, kollukları ayaklarıma takıp denizde tepetaklak olmuştum. Neyseki kurtardılar :)

Ben küçükken, annemler bana yemek yiyip çişini yapan bebek almadığı için; oyuncak bebeğimin ağzına ve çiş yaptığı yerine :) delik açıp içine pipet yerleştirmiştim. Ama mama diye verdiğim su eklem yerlerinden çıkıca kollarının ve bacaklarının etrafını bantlamak zorunda kalmıştım :)

Ben küçükken, sakızları yuttuğum için annem; içinde sakız ağacı çıkacak
derdi. Ben de o sakızlar paketli mi olacak yoksa çiğnenmiş mi diye düşünür dururdum :)

Ben küçükken, herkesin arkasından ağlar, peşlerine takılır, gider onlarda kalırdım. Gece de uyanıp annemi isterdim. 
Gecenin bir yarısı eve taşındığım çok olmuştur.

Ben küçükken, yine teyzemin arkasından ağlamış sonunda onlara gitmiş ama gece yine ağlamıştım. Teyzemin üzüldüğünü görünce de " Ben gündüzleri melek geceleri şeytan olurum" diye savunmamı yapıştırmıştım :)

Ben küçükken, kardeşimin cinsiyetinin değişebileceğine inanmıştım.
Doktor; "Kardeşin erkek ama istersen değiştirelim doğmadan" dediğinde çok sevinmiştim :)

Ben küçükken, "pilot"un birleşik kelime olmadığına bir türlü ikna olmazdım:
 pil+ot işte! Kim demiş olmaz diye :)))

Ben küçükken, annem saçlarımı kısa kestirdiğinde kafamdan geçirdiğim kazağı ters çevirip saç yapardım ve buna inanırdım, başkalarının da inanmasını beklerdim.


Ben küçükken, hep kahküllerim vardı. Annem kesmezse ben keserdim, kırpılmış koyunlara dönerdim :)

Ben küçükken, gece yarısı uyanıp yataş puffy yorgan ve brezilya dizilerinin yakışıklısı Luiz Fernando'yu istiyorum diye hüngür hüngür ağlardım. 
Babam uyku sersemi ne istediğimi anlamadığı için anneme; "Ver ne istiyosa, ağlatma çocuğu" derdi... 
Zavallı annem gülsün mü ağlasın mı :)))

Ben küçükken, Fenerbahçe ordu evinin merdivenlerine aşık olduğumu söylerdim.

Ben küçükken, annem bana hüzünlü şarkılar söylerdi ben de ona sarılıp ağlardım. Bana kızdığındaysa ben ona şarkı söyleyip popomu sallardım, o da dayanamaz gülerdi :)))

Ben küçükken hakkaten bi acayipmişim şimdi daha iyi anladım.


Merak ediyorum Beste,  Deli Anne ve Esracım küçükken neler yaparmış :)

20 Mayıs 2011 Cuma

İzmit’e memleketim diyebilirim, o derece yani :)

İzmit’le ilgili maceralarımı, anılarımı yazmaya daha erken başlamalıydım diye geçirdim bu yazıyı yazmaya başlarken… 
Üniversiteye hazırlanırken başlayan maceralı yılları saklayabilmeyi çok isterdim:)

Ikinci öğretim Türk Dili ve Edebiyatı'nı kazanmamla başlayan bu macera, bu yıl 5. senemde yüksek lisans sayılmasını istediğim formasyonla son bulacak…

Ünversiteyi kazanma hırsı gözümü öylesine bürümüştü ki ilk sene hiç bir yeri kazanamadığımı öğrendiğimde öleceğimi sandım. Öyle ki sırf bu stresi bir kere daha yaşamamak için 2 yıllıklarda bile ne kadar saçma sapan bölüm varsa  yazmıştım. Ama kazanamadım. Hem de bunu tatilde öğrendim:(( 
Ufff şimdi hatırlıyorumda bütün gün ağlamıştım. 
Canım babam bi heves sonucu benden önce öğrenmiş ama bana söyleyememişti bile:(

Ne yazık ki kaçış yoktu ve bir sene daha aynı stresle başa çıkmak zorundaydım; ama ne gariptir ki şimdi dönüp baktığımda o yıl hayatımın en güzel geçen yıllarındandı diyebiliyorum!.. O nedenle de emeği geçen herkese ama özellikle birisine çok çok çokkkk teşekkür ediyorum ve diyorum kiiii neyin sizin için en doğru yol olduğunu bilemezsiniz bu yüzden ön yargılı olmayın... 2. senemde ÖSS canavarıyla savaşmaya hazırlanacağımı düşündüğüm bir yılın en iyiler listemde olacağı kesinlikle aklıma gelmezdi. He tabii sınav sonuçları açıklandığında böyle mi hissettim hayır! 
Bütün bir yıl deli gibi çalışıp, yığınla test kitabı bitirip önceki seneden sadece 2 puan fazla aldığımı öğrenince çantamı toplayıp 
gitmeye kalktım… 


Nereye gidiyorum?
Bilmiyorum
Çantamda ne mi var? 
Yalnızca –iç çamaşır-!!! 

Işte insan bu kadar saçmalayabiliyormuş bazen :)

Yine ön yargılarla hareket etmişim demek ki; çünkü bu puanla üniversiteye rahat bir şekilde girebildim…

Bu istek içimde öylesine büyümüştü ki kendi kendime totemler oluşturuyordum. Saçma sapan kıyaslar yapıp saçma sapan kararlar alıyordum. 
Hayatta en çok korktuğu şeylerden biri iğne olmak olan biri olarak bir gün dedim ki “Eğer kazanırsam iğne olmaya razıyım ama dişimden” 
(ufak adımlar atıyorum güyaaa… :)

Sonra ne oldu? Bir ay once ayayıp randevu istediğim dişçi sonuçların açıklandığı gün beni arayıp o gün gelmemi söyledi :) 
Gittim...


 Aramızda geçen diyalog:

-       Iğne yapmam gerek
-       Olmaaaaz!
-       Iğne yapmadan olmaz….
-       Ama ben 4 tane dolgu yaptırdım bugüne kadar, iğnesiz!
-       Bu seferki olmaz…
-       Peki, en azından üniversiteyi kazandım…

Yani tıpış tıpış iğnemi olup eve geldim bütün gün o zamana kadar hiç çekmediğim bi ağrı çektim. Arayan arkadaşlarım yaa hiç sevinmedin mi sesin hiç iyi gelmiyooo falan dediler

    -(!)

Sonraaaaa sonraaaaaaa gittik annemle kaydımı yaptırdık, okulun yerini görünce bi kere daha yıkıldım. Her gün o dağa mı tırmancaktım yani… 
Neyse kazanmıştım susmalıydım.

Servise yazıldım 1 ayda 3 servis değiştirdim, yapamadım. Zaten eve gelişim 00.30’u bulduğu için annemler ilk baştan beri yurtta kalmam taraftarıydı. Bu seferde siz beni istemiyosunuz diye ağlaıp zırladım… 
Huysuzluktan diil bunlar gerçekten zor bir dönemdi :) 
Derken yurt çıktı, yazıldım. 2 senede 3 oda değiştirdim, her bulduğum fırsatta eve koştum. 3. sınıftaysa her şey değişti.
 Şimdi kardeş diyebileceğim insanlarla aynı odada buldum kendimi, devam zorunluluğum da yoktu İzmit İstanbul arası öyle güzel 2 yıl geçti ki… Yurdum okulun içindeydi ama ben sadece merkeze inmek ve İstanbul'a gelmek için odadan çıkıyordum öyle bir bağımlılık yani :)

Aslında bu postu yazma amacım en son yolculuğumdan bahsetmekti, ara ara dönmeliyim İzmit dünyasına, aklıma gelenleri kaydetmeliyim ki zaman geçtikçe unutmayayım :)

Şimdi formasyon için haftada 2 kez izmite gidiyorum, geçen p.si de staj için düştüm yollara :) 


Efe Tur'da beklemeye başladım, bu ağaç da hoşuma gitti, fotoğrafını çektim :)


Serviste de beni bu komik kurbağacık karşıladı :)


İşte benim yolculuk keyfim :)


Burası da benim İzmit durağım, çooook anısı var ben de iyi - kötü :)


Sonra da dönüş yolu :)


Seviyorum bu şehri, bana kattığı bütün yaşanmışlıklarıyla...






9 Mayıs 2011 Pazartesi

Iyi hissetmek / -e bilmek...








Kitabı alırken en çok etkilendiğim kısım ismiydi. Elime ulaştığında arka kapağı dikkatimi çekti. Ciddi bir depresyon kitabıymış, içinde faydalı olduğunu düşündüğüm birçok uygulama buldum. Ben yaptım mı? Hayır. Zaten tam olarak da bir şey anladım denemez.
 Sınavlar, işin yoğunluğu derken çok bölündü okumalarım; öyle oluncada haliyle tesir etmedi pek…

“Her şey beyinde biter” şeklinde düşünenlerin arasında olmama rağmen beyne söz geçirmenin bi o kadar zor olduğunun farkına varanların okumasında daha bir fayda var bu kitabı.

Ben iyisi mi “Iyi hissetmek” hakkında kendi düşüncelerimi paylaşayım kitabı 2. kez okuyana dek…


O yüzden postun ismine kanmayın, iyi şeylerden bahsedemeyecek kadar kötü ruh halim :(

Iyi hissetmek kimine göre yaşam şekli kimine göreyse arada bir hissederse ne ala dediği bir duygu…

Kimi zaman çok kolay gelirken insana kimi zaman hiç yaşanmamışçasına uzakta kalan bir anı…

Neden mi böyle düşünüyorum?

Çünkü bazen hayat, değiştiremeyeceğimiz öyle şeyler çıkarıyor ki karşımıza, n'oldu, ne bitti diyemeden çaresizce bakakalıyoruz götürdüklerinin ardından.

Evet, ölümden bahsediyorum.

Bir ay içinde 2 cenazesi olan bir aileden…
Hayatın acı sürprizlerle dolu olduğundan…
Hiç akla gelmeyecek şeylerin insanın başına çok rahatlıkla gelebileceğinden…

Üzüntüleri hatırlatmak, üzmek değil amacım, sadece biraz farkında olalım istiyorum.

Çok yakınlarımız yaşayınca bunları, içimize işleyişi daha bir ayrı olabiliyormuş.

Bizim bayramlarımızda evimizin 2. günü rezervedir. Ayrıca kimse gelmez.
Bilinir, o gün Kavacık'ın günüdür.
Kavacıkta bir apartmanın…
Annemin teyzesi ve çocuklarının gelme günüdür, her bayramın 2. günü.

Teyze ve enişte, çocuklar, torunlar…
--------------------------------------------------------------------------------------

Eniştemiz rahatsızdı. Son zamanlarda biraz da ciddileşmişti durumu. Hastaneye kaldırdılar, öyleki en küçük kızları, babasının rahatsızlığı yüzünden düğününü bile ertelemişti. Zor da olsa, 5dk.da  olsa babası o anına şahitlik etsin istiyordu çünkü…

Zaman geçti eniştemizi hastaneden çıkardılar, yapılabilecek pek bir şey kalmamıştı, biraz da iyiceydi sanırım, evine geldi. 
Nikah için hazırlıklar tamamdı.

Nikaha bir hafta kala bir akşam telefon geldi bize. Kavacıktan arıyorlardı. Anneannem ağlamaya başlamıştı bile ama annem "İnanmıyorum!" diye öyle bir haykırdı ki daha garip bir şey olduğunu anladım. Yanına gittim,
- Eniştem değil dedi!
-       Kim peki?!!!!
-       Hüseyin…

Hüseyin abi, teyzenin en küçük oğlu... Nasıl yani, daha birkaç gün önce eniştenin  başında kalan, onun için ağlayan “Allah’ım benim ömrümü babama ver...” diye fenalaşan ve doktorun bakıp hiçbir şeyi yok dediği
 Hüseyin abi!

Kalp krizi…
------------------------------------------------------------------------------------------

Acı gözükür mü?
Ben ilk kez bir annenin gözünde gördüm acıyı.
Elle tutulacak kadar yakından gördüm.
Gelip göz bebeklerinin içine oturmuştu, gördüm, korktum…

Ben ayrılamam kimseden kolay kolay, acı çekerim, içim yanar.
 O değil; sevdiğim bir dizi bittiğinde bile içim burulurdu benim.

Ben ilk kez bir eşin dudaklarından dökülen 4 cümlede tanıdım ayrılığı…
Gözümün içine bakarak söylediği ömür boyu kulağımda kalacak, insana ders verecek cinsten
 4 cümlede…

-       O kadar emindim ki beraber yaşlanacağımızdan, torunlar büyütecektik birlikte… deli mi bu çocuk, nasıl bırakıp gider bizi?

O bilinçsizce belki ama ciddi ciddi bu soruları sorarken ben sadece ağlayabildim karşısında

Ne cevap verilebilirdi ki ?

Hüseyin abi giderken arkasında kimsenin bilmediği o kadar büyük iyilikler bıraktı ki, asıl önemli olanın temiz kalp, iyiliklerle dolu bir ömür olduğunu sayesinde bir kez daha fark ettik.

En üst katta her şeyden bihaber olan enişteye söylenemedi oğlunun 1 nisan şakasıyla göçüp gittiği. Cenaze arabası gelip helallik istediğinde bile duyurmadılar ona bunu. Çünkü kalbi %30 çalışıyordu. Dayanamazdı böyle bir acıya…
Sorduğunda iş seyahatinde olduğu falan söylenmiş işte…

Böyle böyle tam bir ay bir hafta geçti ki, dün enişteyi kaybettiğimizin haberi geldi.

Kızıyormuş küçük oğluna gelmiyor onu görmeye diye…

 Ben gidemedim cenazeye ama teyzemizin feryatları yıkmış herkesi. 

“Oğlumuz karşılayacak seni orada, ona iyi bak!”

Şimdi bayramları evimize renk katan Kavacık’tan geriye zamanla hafifleyecek ama unutulmayacak çok büyük bir acı, doldurulması imkansız boşluklar ve her gün en üst kattan çocuklarını işe uğurlayan ve dönüşlerini bekleyen ama artık bir tarafı eksik gözü yaşlı bir anne kaldı.

Senin anneler günün kutlu olsun Hayriye Teyzecim!
Sen çok büyük bir yüreksin!



Işte bu yüzden diyorum ki ben iyi hissetmek bazı durumlarda mümkün değil gibi gözükür.
 Öyledir de aslında … 
Ama bir de şu var ki Hayriye Teyzenin yanı başında onu sarıp sarmalayacak, canına can katacak çok güzel bir ailesi var. Pırıl pırıl çocukları, torunları var…
Her şeyin de beteri var... 
Belki de bunu düşünüp “iyi hissetmeye” çabalamalı insan…

4 Mayıs 2011 Çarşamba

mim'im :)


Evet yeni blogumun ilk mimini aldım ve hemen yazıyorum :)

Blog yazma hikayem…


Blog nedir, neden yazılır :) bilmezken birden kendimi bu dünyada buluverdim. Aslında hala tam adapte oldum denemez, çoğu zaman üşeniyorum yazmaya, oysa ne çok severim yazmayı…

Nasıl başladığıma gelince… Bir yaz günü staj yaptığım yerde can sıkıntıma tanık olan Deniz ve Sibel Ablacım ve de Bestecim neden blog yazmıyorsun dediler bana… o da neydi :)))

Anlattılar bana ne olduğunu ve çok heveslendim, ben de yazmalıyım dedim. Ama bu sefer de ne hakkında yazacağımı bulamadım. Beste’nin, “İş hayatına yeni başlayan birinin yaşadıklarını anlatabilirsin” dediğini hatırlıyorum :)

Düşündüm, taşındım ve yol hikayelerimi yazmaya karar verdim. Her gün vapura binmek durumunda olunca bir sürü insan gözlemleme şansım olmuştu. Ben de başladım yazmaya ama staj bitti yolculuklar bitti derken devamını getiremedim :(

Derkeeen staj yaptığım yerde işe başladım :) Bloggerların arasına dönünce hevesim yerine geldi ama vapuru eskisi kadar kullanmamaya başladım bu sefer de…

Yeni bir blog yapmalıydım. Elime geçen, hoşuma giden yazıları bir arada tutmak için “Kalbimize Notlar”a başladım ( Biyografisini yazan bir roman yazarı gibi hissettim kendimi :).

Sonra "İçinde benden bir şeyler olan başka bir blog lazım  bana!" diyip “Dijital Günlük”ü açtım.

Çok çok çok güzel bi anı blog, şifalı mı şifalı, hiçbir yan etkisi olmayan bir ilaç… 

Elimden geldiğince daha çok yazmaya çalışacağım artık. Söz veriyorum kendime!

Ve ben de bu mimi, burada olmama sebep Beste ve Sibel’e yolluyorum.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...