22 Haziran 2011 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta sonu, ben savaş yorgunu…


Mevsimlerin değişmesi beni hep heyecanlandırmıştır. Özellikle yaza geçişi ayrı bi severim :)

Havalar ısınır, etraf yeşillenir, içim kıpır kıpır olur hep… 
Ama bu geçişlerin sevmediğim bir yönü var ki o da;

"Yazlıklar & Kışlıklar Savaşı"

Dolaplar boşaltılır, yazlıklar çıkar kışlıklar tek tek temizlenir paklanır, kaldırılacak yer bakılır. Nedense bir türlü toplanamaz o dolap… 


Sanki dolapta birkaç parça olan eşyalar dışarda bin parça olur …

Yine böyle bir geçiş dönemi atlattım işte :)
Üstelik 3 gün 3 gece sürdü ;)

Dağınıklık yüzünden kıyafetler dolaplardan taşmaya başlayınca anneciğim isyan bayraklarını çekti ve:
 “Hiçbir şeyini toplamıycam artık!” dedi :) 

Bilmiyor ki o dağınıklığın içinde bir düzenim var benim :)

O, kıyafetlerim arasından aradığını bulamadığı için kızıyor, ama ben ne nereye sıkışmış, ne neyin altında kalmış dağıtırken aklıma tutabiliyorum…

Ben böyle böyle idare etmeye çabalarken yer laminantları da isyanı bastırınca bu savaşa katılmak farz oldu. Ben gardıropla nasıl başa çıkarım diye kara kara düşünürken bütün dolaplar, çalışma masası, raflar, kitaplar, birikmiş notlar da savaşa katıldı…

Çok yoruldum çok…

Işte bunlar da savaş alanından manzaralar:



Mecburen salona taşındım bi süre :)



21 Haziran 2011 Salı

29/05/09 ruh halim…



Bazen uzak, bazen boşluk, bazen huzur, bazen bol bol şükür anlatıyor beni…
İçinde bulunduğum farklı durumları, ruh halimi, kalemin yerini bile değiştirmekten çekinir oluyorum, büyü bozulmasın diye…
Ama büyü, olmasını istediğim an için geçerli değil ki her zaman…
Baktığım kalem ertesi sabah uyandığımda içimi sıkmasın, huzurla uyanayım…
Okuduğum kitapların etkisinden kolay kurtulamıyorum...
 İncilerim dökülmeye hazır bekliyor, en ufak bir cümleye gözlerim değdiğinde…
Belki ben küçümsüyorum içimi acıtan hisleri, sebepleri…
Sanki içimde beni dimdik ayakta durmaya zorlayan bir ordu komutanı var… Ondan çekiniyorum… 
Belki için için biraz yumuşasın istiyorum; ama doğru olanın hangisi olduğunu seçemiyorum…
 En bunaldığım anda şükrediyorum hayata, bana sunduğu eşsiz güzellikler için, sağlığım için…
Huzura alıştım, bir an bile benden uzaklaşsın istemiyorum…
Özgürlüğü sevdim…

Belki dönüp yazdıkları okuduğumda fark ettiğim gibi yüklemler belirgin olsun istemiyorum cümlelerde...
Bazen belirsizlikler daha güzeldir…
Üç noktalar olsun hayatımda; güzellikler sürpriz olsun!


hiç hatırlamıyorum ne için yazdığımı, karaladığım kağıtlar arasında buldum, yerine koydum...

7 Haziran 2011 Salı

ön yargı...



Aylar önce, kış, karanlık, iş çıkışı bizim otobüse bindim.

“Bizim otobüs” çünkü her sabah ve her akşam aynı insanlar biniyor, dönüşümlü 2 şoför kullanıyor otobüsü.

Servis gibi aynı...

O kadar ki ben her gün, gidiş-dönüş 3 saatimi, rahatlıkla uyuyarak geçirebiliyorum :)

 Aylar önce; işte o dediğim akşam yine, otobüsün kalkmasını bekliyordum. Önümdeki  koltukta da bir poşet duruyordu. Biri yer tutmak için koymuş herhalde dedim içimden…

 Derken hardal sarısı şapkalı, beyaz saçlı, havalı bir amca bindi otobüse, önümdeki koltuğa yaklaştı, poşeti aldı, sağına soluna bakındı. Koyacak yer arıyor herhalde dedim…

Sonra da içimden bir ton düşünce geçti…
 İnsanlar ne kadar gariplerdi! Ne var yani bunca boş koltuk varken oraya oturması şart mıydı? İnatçıydı galiba! Almış poşeti eline dönüp duruyor! Bencillik bu…

Sonra bana dönüp poşeti gösterdi sen biliyor musun gibilerinden. 
Hayır anlamında başımı salladım.

Önümdeki koltuğa oturdu ve bana döndü, tekrar poşeti gösterdi;
!!! konuşamıyordu !!!

Üzgün bir ifadeyle unutmuşlar bunu dedi ya da onu anlatacak bir şeyler işte…

Allah’ım o kadar utanmıştım ki….  Adama bakakaldım…

Kalktı şoföre gitti, derdini ona anlatmaya çalıştı, şoför de; ben ne yapayım amca yaa dedi :(

Boynunu büküp geri geldi. Adamcağız ciddi üzülmüştü poşete.. Otobüse binen hemen herkese tek tek gösterdi; ama kimse ilgilenmedi. O da gelip tekrar oturdu. Bana dönüp tekrar boynunu büktü n'olcak der gibi…

Nasıl üzüldüğümü, kendime ne kadar kızdığımı anlatamam….
Ön yargılı yaşamaya ne kadar alışmışız. Adamcağız o haliyle ne için uğraşırken ben onun için neler düşündüm…

Ondan başka kimsenin ilgilenmediği şeyle o haliyle nasıl da uğraştı…

Sonra tekrar baktı poşete, içinde hastane dosyaları, sağlık raporları falan vardı. 
Galiba oldukça önemliydi .
Her bir evrağı çıkardığında da bana dönüp “günah günah” dedi. Belli ki çekiniyordu bakarken… Sonra aradı taradı telefon numarası buldu içinde. Çok sevindi. Arayacağını anlattı.

Ilginç ama gidene kadar benimle konuştu… Yani konuştu derken bi şekilde anlaşabildildik. İşaretlerle, dudak hareketleriyle… Nerde oturduğumu sordu, oralar çok güzel yerler dedi...
Okuyup okumadığımı sordu, gidene kadar tebrik etti beni.

Aslında ben onu tebrik etmeliydim…

Öyle bir insandı ki içimi ısıttı resmen. Nasıl bir enerjiydi anlayamadım.
Gözlerim dolu dolu indim otobüsten.
Dışardan bakıldığında fıstık gibi bir amca, hayat dolu belli ki, iyi, yardım sever ve hiç bir şey onun bu ruh halini sınırlandıramamış.

Bi de bize bak dedim içimden hem ona karşı ön yargımdan hem de kendi ruh halimden utandım.

En ufak bi rüzgar bizim içimizde fırtınalar kopartırken insanlar ne depremler yaşayıp da ayakta kalabiliyor.

Bravo ona!

Eve gidene kadar şükrettim, içimden geçirdiğim her şey için, eksik bulduğum ama aslında göremediğim ve nankörlük ettiğim şeyler için özür diledim…

Sonra şu ağaçları gördüm bizim sokağın başında.


Biri yaşamı diğeri ölümü çağrıştırdı…

İkisi birbirine bu kadar yakındı.

Ikisinin arasından geçip eve gitmek zorunda olduğum gibi ikisi arasında yaşamak zorundaydım.

Tekrar şükrettim...

Hayatta olduğum, bunları görüp üzerine düşünebildiğim ve başkalarına anlatabilidiğim için!


Uzun zamandır yazmak istediğin bir yazıydı bu, iyi oldu…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...